Anasayfa /
TOPLUM
/
GÜZEL SANATI, İNSAN OLMAYI VE HEKİMLİK AŞKINI BULAN VE SUYUNU BULANDIRMAYAN İNSAN: PROF. DR. AHMET DİNÇÇAĞ
GÜZEL SANATI, İNSAN OLMAYI VE HEKİMLİK AŞKINI BULAN VE SUYUNU BULANDIRMAYAN İNSAN: PROF. DR. AHMET DİNÇÇAĞ TOPLUM 13 Eylül 2019 - 12:14 0 Saime Oğuzhan: Şişli Kentim Gazetesi ve Görülmeyen Gazete için bizi evinizde ağırladığınız için çok teşekkür ediyoruz. Kısaca kendinizi tanıtır mısınız? Prof. Dr. Ahmet Dinçağ: 1992 yılında Ankara’da doğdum. Memur bir ailenin çocuğuydum. İlkokulun bir kısmını Ankara’da, bir kısmını İstanbul’da okudum. Galatasaray Lisesinden mezun olduktan sonra, önce Güzel Sanatlar Fakültesinde bir sene okudum. Ama Tıbbiyeye gitmeyi kafama koymuştum. Tekrar sınava girdim ve tıbbı kazandım. Altı sene tıp okuduktan sonra Amerika’ya gittim. Amerika’da kaldığım sürece birçok eyaleti dolaştım ve oraları tanıma şansı buldum. Askerlik vazifesini yerine getirdikten sonra İstanbul Tıp fakültesinde Cerrahi İhtisasına başladım. Ardından askerlik, mecburi hizmet derken tekrar sınava girdim ve başasistan olarak göreve başladım. Doçentlikten sonra profesör olarak görevime devam ediyorum. Bir laf vardır: “üniversiteye girip de çıkamayana Profesör derlermiş”, onu öğrendim. Bir türlü çıkamıyorum. Mesut Şenol: Çocukken ileride ne olacağınız hissedilebiliyor. Ama tersi de oluyor. Örneğin yaramaz bir çocuk başka bir mesleğe yönelebiliyor. Çocukluğunuzu karakterize eden, sizi farklılaştıran bir özelliğiniz var mıydı? A.D.:Annemin dediğine göre, çok hareketli bir çocukmuşum. Evde dörttane koltuk varmış, sehpa bile yokmuş ve ben koltukların üzerinde dolaşırmışım. Sokağa çıkmaya başladığımda çocukluğumu yaşadım. Şimdiki çocuklar gibi değil… Kovboyculuktan tutun da kukla, saklambaç, yakan top, mahalleler arası kavgalara dek herşeyi yaşadım. Bana “Kavuklu Ahmet” derlerdi. Hatta her eve gelişimde kafam yarıklar ve sargılar, dizlerim yara bere içinde olurmuş. Annem her dizlerimi yıkadığında,“bu çocuğun dizlerini ne zaman temiz göreceğim?” diye ağlarmış. Sonrasında ergenlik çağını atlattıktan sonra lisede duruldum. Doktor olmayı o yıllarda kafama koymuştum çünkü. Benim dedem, eniştem ve halam doktordu ve biz bir doktor kültüründen gelen bir aileyiz. Onun için mimarlıkta kalamadım. Aslında mimari alanda hazırlanmış projelerim vardı ve hocalarım “biz senden çok şey bekliyoruz” diyorlardı. Gerçekten öyle de olsa ben artık Tıbbiyeyi seçmiştim. M.Ş.: Bu arada, güzel sanatlar ve sanat her zaman ilgi alanınız oldu öyle değil mi? AİLE BEŞİĞİ GELENEĞİMİZ YAŞIYOR A.D.:Aslında dedem de sanatçı imiş. Kendi üstüne frak dikermiş ve ayrıca marangozluk sanatını severmiş. Bundan yüz beş yıl önce yapılmış bir beşik var. Bu beşik hiç çivi kullanılmadan ahşap ve geçme olarak yapılmış. Kendi çocukları, çocuklarının çocukları ve torunları bu beşikte büyüdüler. Bu beşiği ailenin büyüğü olarak ben aldım. Bir kızım var, günün birinde kızımın çocuğu olursa o yatacak bu beşikte. Yani bir aile beşiği olacak. Dedem aynı zamanda kara kalem çok güzel resim yaparmış. Amcam karikatürist olarak akbaba dergisinde çizerdi ve aynı zamanda ressamdı. Sanat sevgisi sanırım oradan geliyor”. M.Ş.: Sizin resim ya da başka bir sanat alanında çalışmalarınız var mı? A.D.:Ben resim yapardım. Zaten güzel sanatlara girmek için önce bir puan alıyorsunuz ve ardından kabiliyet sınavına giriyorsunuz. Resimleriniz beğenilirse alınıyorsunuz. Her halde beğendiler ki beni kabul ettiler. M.Ş.:Hazır sanattan söz etmişken siz önemli bir sanat kurumuna da gönüllü hekimlik yaptınız. Bizim tanışmamızda orada başladı.Bunun öyküsünü anlatır mısınız? SANATÇILARIN DOKTORLUĞUNU YAPARKEN ÇOK MUTLUYDUM A.D.:Tesadüf yoktur deniyor ama gerçekten bir tesadüf denir buna. Sanatla çok ilgileniyorum. AKM açıkken hiçbir opera ve baleyi kaçırmamışımdır, hepsini görmüşümdür. Orada dostlarım oldu. Bir sanatçı arkadaşım sonradan AKM’ye, Devlet Opera ve BalesineMüdür ve Genel Sanat Yönetmeni oldu. Bu arada onların doktorları yoktu, çünkü devlet doktor yollamıyordu. Sanatçılarla beraber olmak istiyordum ve “ben gelirim, size hekimlik yaparım” dedim. Haftanın iki günü öğleden sonraları gidiyor ve kurum doktoru gibi çalışıyordum. Benimde çok hoşuma gidiyordu çünkü orada bir aryanın, bir tenorun sesini, tınılarını duyuyordunuz. Arkadan bir obuanın sesi geliyordu. Ortam çok hoşuma gitti ve orada mutlu oldum. M.Ş.: Siz bir yandan hekimlik yaparken bir yandan da hocalık yapıyorsunuz.Kendi tıp eğitiminiz sırasında ve aile içerisinde bir hekimin yetişmesinin aşamalarını yaşamış, görmüş ve bu hekimlik mesleğine özenle girmiş birisiniz. Öğrencilerinizi yetiştirirken onları ileride nasıl görmeyi hayal ediyorsunuz ve onlara hangi değerleri aşılamaya çalışıyorsunuz? HERKES DOKTOR OLAMAZ A.D.: Doktorun yetişmesi çok zor. Doktor olmak için ayrı bir karaktere sahip olmanız lazım. Burası çok önemli, herkes doktor olamaz. Olur, teknisyen olur ama doktor olamaz. Hipokrat döneminden beri doktor ailenin çocuğu doktor olarak devam edermiş.Bu böyle gelirmiş, ya da “bu kişininkarakteri doktor olmaya müsait” diye tavsiye edilirmiş. Ancak o zaman o kişi alınıp eğitilirmiş. Şimdi parası çok sanılıyor. Aslında bütün doktorlar memur. Devlet nerede görev verip,“git çalış” derse oraya gidip çalışmak zorunda. Bunun farkında bile değil her insan. Doktorluğun verdiği bir imaj var ve o imaja kapılıp doktor olmak istiyorlar. Zaten bu çıkan kavgaların sebepleri muhtemelen iletişim bozukluğundan kaynaklanıyor. Yanlış politikalardan dolayıdoktor ile hasta yüz yüze geliyor. Hasta Sağlık Bakanlığına gerekli şikâyetleri yapamadığı için doktora saldırma ihtiyacı duyuyor. Çünkü karşısında o var. Burada devlet de hiçbir şey yapmadığı halde “bak ben herşeyi yaptım “diyerek bizi hedef gösteriyor. Son durum bu. M.Ş.: Doktorluk nasıl bir meslek. Tıbbiye öğrencileri mesleğin gerektirdiği ruh hali içindeler mi?
TIP ÖĞRENCİLERİNE ÇALIŞACAKLARI KADAVRA BULUNAMIYOR A.D.:Bir kere doktorluk çok meşakkatli bir meslek. Ben hatırlıyorum, başka üniversitede olan arkadaşlarım tatile giderlerdi, Cumartesi-Pazar eğlenirlerdi, bayramlarda gezerlerdi. Oysa ben her bayram ders çalışırdım. Şimdi çok enteresan şeyler oluyor Türkiye’de.Eski öğrencilikde kalmadı. Biz kabuk değiştiriyoruz ama kötü bir kabuk geliyor. Örneğin biz sene sonunda kaldığımız zaman Eylül ayında tekrar bütünleme sınavlarına girerdik. Altı ay kaybederdik. Şimdi ise doktor ihtiyacı var diye “bırakmayacaksın” diyorlar. Çocuk kalıyor, bir hafta sonra telafi imtihanına giriyor sonunda tekrar 30 soru hazırlıyorsunuz ve ardından sözlü imtihan yapıyorsunuz yine kalıyor. Bir bakıyorsunuz bir hafta sonra yine geliyor. Sistem sorunu var. Siz aynı çocuğu karşınızda görmekten bıkıyorsunuz. Bari 5 vereyimde geçsin, diyorsunuz. Böyle nasıl bir doktor yetişecek, çok değil bir iki sene sonra hastaneye gittiğinizde sizi nasıl bir doktor karşılayacak? Size nasıl yardım edebilecek? İşte ben bunun korkusu içerisindeyim. Son derece kötü durumdayız, hele hele o yeni çıkan kanunlarla beraber eğitimde bitti. Hocalar gitti, eğitim zorlaştı, öğrenciler hoca bulamıyor. Örneğin benim zamanında üç tane kadavra harcamıştık. İki kişi başta, iki kişi karın ve bölgesinde ve göğüste, iki kişi kollarda ve bacaklarda çalışırdı ve öğrenirlerdi. Şimdi ise bir tane kadavra, çocuklar anfide, başlarında bir öğretim üyesi ya da baş asistan, orada işte bu bilmem ne diye uzaktan gösteriyor, herkes uyuyor. Biz staja başladığımızda dört kişi bir hocanın peşine takılır, sabahtan akşama kadar onun peşinde dolaşırdık. Şimdi 20 kişi birden geliyor, alıyoruz bir dershaneye ama çocuklar hasta göremiyor. Ve hasta göremediği için, hasta ile iletişim için sanal ortamlar yaratılıyor. Rol yapacak bir kişi bulunuyor, ona önceden öğretiliyor ve hasta numarası yapıyor. Arkada kameralar var. Asıl işin tuhaf olanı gerçek hastayı görmek bile istemiyorlar. Nesil değişti eve gidip eğlenmek var ya! Nesil değişti. Yeni kuşaklar –Y– kuşağı imiş, ellerinde bilgisayarlar, başka hiçbir şeyle ilgilenmeyen kişiler bunlar. Bizim zamanımızda öyle değildi. “Gideceksiniz, göreceksiniz ve hem üstüne hemde altına bakacaksınız ve yardım edeceksiniz”, denirdi. İşte böyle bir kuşaktan geldik biz. M.Ş: Öğrencilere hekimlik etiği dersi veriyorsunuz. Az önce anlattığınız karamsar tabloyu etik düzelte bilir mi? Bu etiğin hekimler yönünden boyutu nedir? BAŞKASININ ACISINI DUYAN HEKİMLER YETİŞTİRMEK İSTİYORUZ A.D.:Ben aynı zamanda Tıp Etiği ve Tıp Hukuku Derneğinin kurucusuyum. Türkiye’de ilk defa kurulmuş bir dernek. Etik çok önemli ama bu insani etik aileden gelir. Eğer bunu aileden alamadıysa sonradan anlatmakla olmuyor. Olsada aynı kalay kazınıyor altından bakır çıkıyor. Bir yerde patlak veriyor. Etik dersinde, dışarıdaki insan bir insansa sizin on insan yüz insan olmanız gerektiğini anlatmaya çalışıyorum. Yani insanlığı anlatıyorum bir hekimin sıradan bir kişiden daha farklı olması gerekiyor. Şöyle bir laf vardır: “acı duyuyorsan canlısın demektir, ama başkasının acısını duyuyorsanız işte o zaman insansınız demektir.” Bunu öğretmeye çalışıyorum. Yani empatiyi, karşısındakini anlayabilmeyi, onun çektiği zorlukları,ıstırabı görebilmesini anlatıyorum. Vizitelerde, hasta ile konuşurken bir rol model olarak davranıyorum. Hasta sinirlendiğinde doktorun sinirlenmemesi gerektiğini anlatıyorum. Çünkü hasta olan onlar, doktor değil, yardım edeceksiniz. “Hasta sesini ne kadar yükseltirse sen o kadar alçaltmalısın” diyorum. Mevlana’dan da örnek veriyorum: Elalem dağa benzer; Ne söylersen onu söyler; Sen hiç eşek sesine bülbül sesi ile cevap veren gördün mü?” Tatlı konuşursanız karşınızdaki kendi anırmasını duyacaktır, sesini alçaltmak zorunda kalacaktır. Bu çok önemli bir şey. İletişimde belkide çıkan kavgaların büyük sebeplerinden biride budur. Hastayı anlamamak, iletişim kuramamak işte bu noktada egolarımız giriyor devreye. M.Ş.:O zaman şöylemi demek gerekir kabaca: “Ben elimden geldiği kadar etik ve iletişim yönünden hassas öğrenciler yetiştirmeye çalışıyorum ama çoğunluğa baktığımızda genel tabloda maalesef başarılı sayılmayız” önermesini doğru olarak kabul edilebilirmiyiz? HER ŞEY İNSANIN KENDİSİNDE VE İNSANDA BİTİYOR A.D.:Doğru bir önerme insanın içinden gelmesi lazım. Bu başka türlü olamaz onu kendisi idrak edecek, etmesi lazım. Her şey sende bitiyor. Nietzsche şunu diyor: “ sen hazır değilsen kim mutlu ede bilir seni?;Kim Yıpratır, kim hırpalar sen izin vermezsen?; Sen kendini sevmezsen kim sever seni; Her şey sende başlar, sende biter.” Hakikaten herşey insanda başlıyor, insan yediği dayaklar, yediği tokatlar vasıtasıyla olgunlaşmaya başlıyor. Kişi kendine geliyor ve bir daha bunu yapmayım, bu zararlı oluyor, diyor. Hiç kimseye bir şey empoze edemezsiniz. Çocuğunuza bile bir şey anlatamazsınız. O çıkacak dışarıda tokadı yiyecek ve eve gelip “annem-babam haklıymış “ diyecek. Ancak o zaman öğrenecek. Çok bir zor durum. Bu nedenle doktorlarda pişe pişe öğrenecekler, başka çaresi yok.” S.O.: Sözünü ettiğiniz derneğin kurulmasındaki amaç neydi, Bu amaca yönelik neler yapıldı ve dernek amacına ulaştımı? A.D.:Yıl içinde dört defa konferanslar düzenliyoruz. Örneğin 5 Kasım’da çok güzel bir konferans verilecek. İletişimi hep etikçiler anlatırlardı. Bunlar Deontoloji bölümünden gelirlerdi. İlk defa benden rica ettiler, kendi mesleklerinde iletişimleri çok iyi olan, çok yüksek mevkilere gelmiş profesörarkadaşlarımı topladım. Kadın doğum, Prematüre, Üroloji, Anestezi, Genel Cerrahi, Transplantasyon gibi bilim dallarından çok önemli arkadaşlarımı aldım. Orada bire bir kendi deneyimlerini, hasta ile nasıl iletişim kurduklarını, nasıl konuştuklarını anlatacaklar. Bunları düzenlenen kongrelerle yaygınlaştırmaya çalışıyoruz. M.Ş.: Bir bakıma hekimlerde somutlaşan daha olgun ve yetişmiş ruha sahip insandan söz etmiş olduk. Sizin insana yaklaşımınızda “daha insancıl” bir çerçeveniz var. Prof. Dr. Ahmet Dinçağ’ın insanı nasıl bir insan? A.D.: Acı duyuyorsan canlısın, başkasının acısını duyuyorsan insansın demiştim. Örneğin kışın hastayı taburcu edeceğim zaman sorarım: “Nereye gideceksin? Kimin evinde kalacaksın? Kendi evin sobalımı, kaloriferlimi?Sobalı ise birkaç gün daha kalmasını sağlarım. Sobasını yakacak kadar beklesin derim. “Hadi git iyileştin” diye çıkartmam hastayı. Sosyal yaşantısı, evde kimleri var gibi şeylerede bakarım. Bütün bunlar çok önemli. Yani iş hastanedeki ilişkilerle bitmiyor. Ben hastanın özel hayatınada girerim. Bunlarıda hesaba katıp ona göre bir karar veririm. M.Ş.: Çok somut örnekler verdiniz. Hekim hasta ve empati yapma ilişkisi dışında da model bir insanın başka ne tür özellikleri olmalıdır.Çünkü bunları sizin gibi hayata bakışında derinlik olan bir insandan duymak önemli? HASTA DOKTORUNA İNANMIYORSA TEDAVİ OLAMAZ A.D.:Bunları tüm asistan ve öğrencilerimede yerleştirmeye çalışıyorum. Örneğin bir hekimin kıyafeti çok önemli. Bu Hipokrat döneminden bu güne değin böyle gelmiştir Örneğin Hipokrat derki: “hekim, iyi giyinmesini bilir, kendisine yakışan bir kıyafet giyer. Yaşlı ise genç görünmesini, gençse olgun görünmesini bilmelidir.” Aslında yeni bir şey yok. Günümüzden 2500 yıl önce herşey söylenmiş. Oradan örnekler alarak gidiyoruz. Nasıl giyinecek, nasıl oturacak, nasıl davranacak bunlar çok önemli. Bunları öğretiyoruz. Ama bunlar aslında aileden gelmesi gereken şeyler. Avrupa’ya gitmelerini sağlıyoruz. Tıp olarak hiç bir şey öğrenmese dahi,“Oğlum, kızım dikkat edin,onlar nasıl yaşıyorlar, nerelere gidiyorlar, nasıl yemek yiyorlar, git dolaş gör ve gel” diyoruz. Üç ay dışarı gönderiyoruz. Yalnızca büyükşehir önemli değil, köylerede gitmesi lazım. İşte bunları öğretiyoruz. Kıyafet çok önemli. Eğer cerrahide doktor beyaz giyiyorsa pırıl-pırıl olması lazım. Üzerinde kanlekeleri olan bir giysi içinde kasap çırağı gibi dolaşırsa hastanın hitabıda değişir ona karşı. “Hey doktor baksana!” gibi konuşma tarzıyla çağırır. Ama sizi pırıl pırıl görünce en azından durur ve “Doktor bey” diye konuşur. Örneğin şu telefon hastalarımın bana çok çabuk ulaşmasını sağlıyor. Hastanın doktorunu istediği zaman bulabilmesi lazım. Kardeşim Amerika’dan geldiğinde hastalarıma telefon numaramı verdiğimi görünce çok şaşırdı. “Sen ne yapıyorsun?” diye sordu. Bu hastaya bir güven verir ve onu rahatlatır. Hatta on sene önce ameliyat ettiğim bir hastam telefon eder ve doktorun verdiği ilacı kullanıp kullanmayacağını sorar. Bu beni yoruyor ama bir yandan da hoşuma gidiyor. Bu davranış sizin verdiğiniz güven duygusunu gösteriyor. İnsani bağı ve hastanın size ne kadar inandığını gösteriyor. Eğer hasta doktoruna inanmıyorsa tedavi olamaz. Doktoruna güveniyor ve seviyorsa %80 tedavi olur. Hatta Çin’de Doktorlar şöyle derler: “Daha çok empati, daha çok ilgi ve sevgi gösterin, hastalar iyileşir.” “Ya iyileşmezse!” dendiğinde, “ dozajı arttırın”derler. M.Ş.:Hekimler mutlaka çok yönlüdür, sanata yatkındır benzeri değerlendirmeler yapılır. Bir tıp öğrencisi bunca ağır bir eğitim sırasında nasıl olurda başkaca ilgi alanlarını geliştirebilir ve geliştirmeli midir? SANATLA İLGİLENMEYEN, KENDİSİNİ GELİŞTİRMEYEN DOKTOR, TEKNİSYEN OLARAK KALIR A.D.: Mutlaka geliştirmelidir. Eğer sosyal faaliyetlerini, sanatını geliştiremezse doktor olamaz. O sizi yüceltir ve daha fazla insan yapar. Eğer bunlar olmazsa teknisyen olur kalırsınız. Örneğin İstanbul’da yaşayan öğrencilerime kaç defa sinema, tiyatro ve operaya gittiniz diye soruyorum. 150 kişilik sınıftan bir ya da iki kişi el kaldırıyor. Üç beş kişi tiyatroya gidiyor. Kaç kişi müzelere gitti diye soruyorum, hiç giden yok, çok korkunç bir şey. Resim sergisinede giden yok. Bu türden sanatsal faaliyetlere katılmayanlar hekim değil, teknisyen oluyor. M.Ş.: Sizin içinizden kitap yazmak da geliyor. Bugüne kadar Yazdığınız kitaplarıbizimle paylaşır mısınız? CERRAH OLARAK İNSANI HEM İÇTEN VE HEM DE DIŞTAN TANIYORSUNUZ A.D.:5-6 tane kitabım var. Bunların 3-4 tanesi hasta-hekim iletişimi üzerine, Türkiye ve Avrupa’da bir klinik hekim tarafından yazılmış tek hasta-hekim iletişim kitabıdır. Diğerlerini deontologlar yazmıştır.. Deontoloji kürsülerinde bu işle ilgilenmeye kalkanlara, “önce git Ahmet Hocayı gör ve kitabını oku” diyorlar. “Ve sonrasında başla bu işe” diyorlar. Zaman zaman acaba mimar mı olsaydım diye düşündüğüm olmuyor değil? Ama Tıbbiyede olmam, özelliklede cerrah olmam insanı hem içten, hem de dıştan tanımama yol açtı. Bütün zorluklarına, meşakkatine karşın insanı tanımama yol açtığı için mutluyum. Daha doğrusu kendimi bulmama olanak verdiği için mutluyum. Sonrasında düşüne düşüne bir hayat felsefesi gelişiyor. Bu hayat felsefesinde insanın ne olduğunu, nasıl yaşadığını anlıyorsunuz.İnsanın %80’inin su olduğunu görüyorsunuz. Şu anda hepimizin %80’i su. Cildimiz bir kılıf. Bizlerde suyun içinde yaşayan canlılarız. Hücrelerden oluşuyoruz ve onlarında içleri su dolu baloncuklar. 70 kiloluk bir insanda 7 trilyon hücre var. O hücrelerin bir araya gelmesiyle biz oluyoruz. Ve bu hücrelerin hücreler arası sıvısı var. O hücrelere yiyeceği, oksijeni bir sıvı olan kan götürüyor. Kuran’da “biz sizi sudan yarattık” deniyor. Buda beni cezbetti ve sonrasında başladık düşünmeye. Kitap kendi kendine çıktı. Düşündükçe şu şöyle oluyor deniyor ve bir farkındalık yaratılıyor. Sonrasında perdeler yavaş yavaş kalkmaya başlıyor. İnsanın nasıl yaşadığını görmeye başlıyorsunuz ve suyun tertibi yani herkesin tertibi kendisine özeldir. Sizden alınan sıvı bana verilirse alerji olur ve ölürüz. Sıvıların hiç biri bir birini kabul etmez. Herkesin tertibi kendine özeldir. Bu nedenle o tertipteki değişiklikler insanın düşüncesini, hareketlerini, hatta ruh halini ve fizyolojisini dahi değiştiriyor. Örneğin hipertroitiolan bir adam son derece sinirlidir, gözleri dışarı fırlamıştır. Fizyonomi tamamen değişir ve siz “bu adam manyak, saldırır!” dersiniz. Aslında değil. O tiroit hormonu çok fazla normalin üzerine çıkmış, hem de nano gramlarla çıkmıştır. Sıvının terkibi bozulmuştur. Sıvı normalleşince adam eski haline dönecektir. Bu sıvı işte bu kadar önemli. M.Ş.:O halde bu sıvıyı iyi tanımalı ve onun sağlığını korumalıyız öyle değilmi? SUYUNUZU BULANDIRMAYIN HASTALIKLARIN HEPSİNİ BİZ ÜRETİYORUZ A.D.:Örneğin bir sabah uyandınız ve kendinizi çok iyi hissediyorsunuz. Dışarıda hava çok güzel, pencereyi açıp temiz havayı derin derin soluyorsunuz, “yaşamak işte bu, hayat ne güzel!” diyorsunuz. İşte o zaman can suyu, olması gereken tertipte. Bütün hormonlar ve bağışıklık sistemi tam düzeyde ve o anda hiçbir hastalık gelmez insana, mümkün değil. O hastalığı bağışıklık sistemi alır ve hemen yok eder. Normali bu, böyle yaşamamız gerekir, ama böyle yaşayamıyoruz. Sabah kahvaltıya başlıyorsunuz. Bir çocuk üzerinize çay döküyor, üstelik oradan hanım da birşeyler söylüyor ve başlıyorsunuz sinirlenmeye. Can suyuna birde renk verdim. Turkuaz rengi diyelim ona. Siz kızıp sinirlenince, bu turkuaz suya kırmızı ve zehirli bir hormon dökülüyor. Mavi ve kırmızı karışımı renk yıkıcı sıvı sayesinde mora dönüşüyor. Bu durumda tansiyon yükseliyor ve saçlar diken diken oluyor. Adalelergeriliyor, adrenal yükseliyor, gözler dışarı fırlıyor, ağızdan köpükler saçarak bağırmaya başlıyorsunuz. Ya da devamlı depresyondasınız. Can suyuna devamlı yıkıcı hormonlar geliyor. Onun rengi bir anda değişiyor. Ortaya mutlaka bir hastalık çıkıyor. Doktorlar çok kısa bir zamanda anlayacaklarki bu kadar çok hastalık yok. Hastalıkların hepsini biz üretiyoruz. %90’ından fazlasını biz üretiyoruz. Bütün hastalıklar bağışıklık sistemi ile ilgili ve bağışıklık sistemi çöktüğünde bütün hastalıklar çıkıyor ortaya. Kalp krizi, tansiyon, damar tıkanıklığı, kanser, kan hastalıkları, romatizmalı hastalıklar, şeker gibi hastalıkların hepsi bağışıklık sistemiyle ilgilidir. M.Ş.: Ne yapılmalı? Can suyunun sağlam olduğu nasıl anlaşılır ve onun nasıl sağlamlığını ve saflığını nasıl sürdürebiliriz? A.D.:Can suyunu yalnızca düşünce değil, yediğimiz içtiğimiz yiyecek ve içeceklerde etkiliyor. Yenilen ve içilen şeyler anında kana karışıyor. Platon, “sen ne yiyorsan, osun” diyor. Şu anda ineklerin sütünün ve etlerinin bozuk olması, yediği yiyeceklerin bozuk olmasından kaynaklanıyor. Bağışıklık sistemi yabancı maddelere ve mikroplara aynı şekilde hücum eder. Şöyle düşünelim: içimizde bir ordu ve bağışıklık sistemi var; bunların arasında lemfositler, lökositler , makrotajlargibi nasıl orduda bölümler ayrı ayrı ise bunlar da ayrı ayrıdır. Mikroorganizmayı ilk öncüler karşılar, tanımlar ve protein durumunu öğrenerek“ şu proteinde bir yabancı geldi” der. Hemen ona karşı asker üretilir. Üretilen o askerler lenf yollarından giderek hemen onu yakalar ve makrotajlar gelir yok eder. Muhteşem bir sistem ve yabancı şeylere karşı hiç tahammülü yok. Yediğimiz yabancı şeyler ile kötü maddeleride aynı şekilde temizlerler. Bunlarla aynı ordu mücadele eder. Yani düşünce sistemiylehem kendi kendini yıkıyorsan, hemde yediklerin kötü ise ordu ikiye bölünür. Ya da düşünce sistemi ile orduyu çalıştırmıyorsun demektir. İyi çalışmıyorsa buda sakattır. Eğersen sinirli isen karaciğerinde böbreğinde üzgün vesinirli oluyor. Çünkü hepsi aynı şeyin içinde ve aynı hormonların etkisi altında kalıyor. M.Ş.: O zaman sinirlenip suyu bulandırmamak gerekiyor. Bu sizce nasıl mümkün olabilir? A.D.:Bu bilge kişiliğe doğru gidiyor. Aslında çok zor bir şey. Bilge kişi bunun farkındadır; şurada sinirlenir ama hemen arkasını dönüp hiç bir şey olmamış gibi gülebilir. Artık o orada kalmıştır. Bunu yapabiliyormuyuz? Hayır onu alıp aylarca sırtımızda taşıyoruz. Kin besliyoruz, aklımızdan söküp atamıyoruz, “o bunu bana nasıl yapar?” diyoruz. Hâlbuki o artık bitti ve orada kaldı. Ve biz geçmişte yaşıyoruz. O anda can suyunun rengi allak-bullak. Ya da gelecek âleminde yaşarız. Geçmiş hayaldir ve bitmiştir. Ya da gelecek daha olmamıştır. Vesvese denir buna ve olmuş gibi hayal edilir; “ya öyle olursa ya da şu şöyle olursa bende şöyle yaparım” gibi hayal ederiz. Ve yine can suyunun rengi değişir. Yani buna ne yapsın bağışıklık sistemi. O da zıvanadan çıkıveriyor. M.Ş.:İnsanlar doğru can suyunu nasıl bulabilir?Bu içilen sularla bağlantılı bir şey midir? Herkesin dışarıdan aldığı içme suyunda bir seçim yapması önemli ve gerekli midir? DOĞAL OLMAYAN, ÖZELLİKLE AROMALI YİYECEK VE İÇECEKLERDEN UZAK DURULMALIDIR A.D.:Klorsuz temiz su ne yazıkki yok ve suları damacanalarla almak zorunda kalıyoruz. Aromasız maden suları, sıkılmış meyve suları, cam şişelerde günlük sütler, ya da köylüden alınarak iyi kaynatılmış sütten elde edilen yoğurdun ayranı. Bu içecekler bizleri ayakta tutar. Diğerleri içecek değil. Örneğin işlemden geçirilmiş meyve suları dünyadaki bütün kirazları sıksanız bir marketteki meyve suyunu elde edemezsiniz. Bunların hiç biri meyve suyu değil. Bunların hepsi boya ve aromadır. Bunlar karaciğerde birikir ve emme sisteminin çökmesine sebep olur. Aromaları vücut detoksite edemez. Çünkü onlar sentetik maddelerdir. Doğal olmayan yiyecek ve içeceklerden uzak durulmalıdır. Örneğin kahve doğal bir içecektir, ama nescafe doğal bir içecek değildir. Çünkü o işlemden geçirilir. Bu arada her şeyin azı karar, çoğu zarardır. Kahve doğaldır deyip günde 7-8 fincan içilirse kafeinden dolayı kalp çarpıntıları ve kalp hastalığı varsa çok kötü neticeler doğurabilir. M.Ş.:“Ben su ihtiyacını çok çay ve kahve içerek karşılıyorum” diyenlere neler söylemek istersiniz? ÇAY VE KAHVE İÇMEKLE SU KAYBEDERSİNİZ! A.D.:Aslında yanlış yapıyorlar derim. Çünkü çay ve kahve içerek su ihtiyacını gideremezsiniz. Tam tersine su kaybediyorsunuz. Bir bardak çay içtiğinizde 2-3 bardak idrar çıkartıyorsunuz. Çünkü kahve ve çayınidrar sökücüetkisi vardır. Bu nedenle bu içecekler su aldırmaz, tam tersine su kaybettirir. İnsanın günde üç litre su alması gerekir. Nereden anlayacağız yeterli sıvı aldığımızı?İdrarımızın renginden. İdrarın rengi sarıya dönüyorsa, sıvıda geri kaldın demektir. Beyaz çıkması lazım. O zaman hormon sistemi, herşey normal demektir. Koyulaşıp can suyunun kıvamı arttıkça hormonların hareketleride yavaşlıyor. Bir trafik gibi ulaşması gereken zamanda o yoğun ortamda gideceği yere ulaşamayacaktır. Bunu trafik sıkışıklığına benzetebiliriz. M.Ş.:Alkol ve sigara için neler söylersiniz?
ALKOL VE SİGARA PEK ÇOK KANSER TÜRÜNÜ TETİKLİYOR A.D.:Alkol can suyunda olmayan bir maddedir. Ancak patolojik durumlarda diyabetin ileri safhalarındaortaya çıkabilir. Ama patolojik bir durumdur. Oysa biz alkolü aldığımızda daha midedeyken emilir ve can suyuna geçer. Bağırsaklarada geçmez. Alkol can suyuna geçince ne olur? Biraz kendinizi düşünün. Biraz fazla kaçırınca nasıl oluyor? En doğal yapmanız gereken hareketleri yapamıyorsunuz. Yürüyemiyorsunuz, el kol kombinasyonlarınız kayboluyor, dil ağız içinde büyüyor, konuşamıyorsunuz, vücut fonksiyonları yavaşlıyor. Ne dediğinizi de bilmiyorsunuz. Aynı şekilde bağışıklık sisteminde, bütün hücrelerinde hakkı vardır.Hepsi çalışır ve düşünürler.Bu tanrısal bir şeydir, onlar düşünürler. Siz ne durumda iseniz hücreleriniz de öyledir. Eğer o hücreler önünden geçen zararlı mikropları yakalayamazsa işte o zaman sistemleriniz çöker. O nedenle alkol kullananlarda birçok kanser türüne rastlanır. Gırtlak, mesane, mide, pankreas, karaciğer kanseri gibi vakalara daha sık rastlanır. Sigaraya gelince. Dumanlı bir ortamda oturabilir misiniz? Ama o dumanı içinize çekiyorsunuz ve doğrudan kana karışıyor. Sigaradaki kanserojen maddeler geçiyor ve dudak, dil, gırtlak, akciğer, mesane kanseri sigaradan oluyor. Artık bunlar tıbben, yani bilimsel olarak kanıtlanmış doğru bilgilerdir. Bunun artık tartışması yapılamaz. Günde bir tane içiyorum demek de yanlıştır. Bırakın günde bir tane içmeyi, dumanın olduğu yerde bile bulunmayacaksınız.Eğer önümde sigara içen biri varsa nefesimi tutuyorum koşarak önüne geçiyor ve nefes alıyorum. Şu halde ben sigarayı içime çekmiyorum demek bile bir bahane olamaz. M.Ş.:Yiyecek yönünden de cansuyuna, bağışıklık sistemine yararlı ya da engel olmaları üzerinde neler söylersiniz? A.D.:Daha öncede söyledim, sen ne yiyorsan osun. Bizler atomlardan meydana geliyoruz. Şu masanın atomu ne ise benim atomumun da o hiçbir farkı yok. Vücuda alınan atomlar sağlam atomlarsa onların yapacağı moleküller veya hücrelerde sağlam olur. Dolayısıyla hücrelerimiz sağlam olur. Bozuk atom alındığında hücrelerimiz de bozuk olur ve dolayısıyla bağışıklık sistemide bozulur. Burada tüketeceğiniz gıda son derece önemlidir. Organik beslenmek önemlidir. Ancak bu ortamda yüzde yüz organik beslenebiliyor muyuz? Bu şansımız yok.” M.Ş.:Organik beslenme işini nasıl halletmeliyiz ? Organik pazarlar yararlı olabilir mi? İNSAN VÜCUDU ZEYTİNYAĞI, TEREYAĞI, FINDIK YAĞI VE HAYVAN İÇYAĞINI KULLANABİLİR A.D.:Evet! Evet organik pazarlara gideceksiniz ya da kendiniz yetiştireceksiniz. Ben yiyeceklerimi, domates, biber, patlıcan gibi bitkileri kendi bahçemde yetiştiriyorum. Burada yağlar çok önemli. İnsan vücudu birkaç yağa alışmıştır. Diğer yağları detoksite edemez. Zaten o yağlar trans yağlardır. İnsan vücudunun kullanabildi yağlar zeytinyağı, tereyağı, fındık yağı ve iç yağıdır. Bunlar kullanılabilir. Ama ayçiçeği, margarinler ve soya gibi yağlar 40 dereceyi geçti zaman yemeklerde trans yağı haline gelir ve vücut içinde onların yok edilmesi olanaksızdır. Bu yağlar kanda dolaşırlar ve bir süre sonra dolaşa dolaşa plastik haline dönüşürler ve tıkanıklıklara yol açar, beslenmeyi bozar. Kesinlikle bu türden yağları kullanmamak gerekir. Kolay kolay lokantaya gitmem. Ama gittiğimde de önce balıkları görürüm, yağına bakar ve salataya herhangi bir yağ istemem. Limonuda görmem gerekir derim ve bu yüzden yanında isterim. O limon sularınında sakıncalı olduklarını söyleyebilirim. M.Ş.:Sizin bir fotoğraf sanatçılığı yönünüzvar. Bundan da söz eder misiniz?
HER ŞEYİN BİR OLDUĞUNUZ GÖRÜNCE HİÇBİR ŞEYE ZARAR VEREMİYORSUNUZ FELSEFE OLMADAN TIP OLMAZ A.D.:Gezmek çok önemli Başka insanları görmekonları tanımak, ne yaparlar öğrenmek, bunlar gerçekten çok önemli. Gezen bir insan diğer kültürleri görür, diğer ırkları görmek, onları tanımak onların senden hiçbir farkı olmadığını anlamak insanı insan yapar. Aslında hiçbir farkımız yok. Her yerde iyi ve kötü insan var. Onların kültürlerini yaşayıp onlarla samimiyet kurunca hakikaten insanın her yerde insan olduğunu görüyorsunuz. Hiçbir değişiklik yok, aynıyız. Buradan insan tasavvufa girince çok daha değişiyor insan. Yani Vahdet-i Vücud’agiriyorsunuz veherşeyin bir olduğunu görüyorsunuz. Her şeyin bir olduğunu gördüğünüzde hiçbir şeye zarar veremiyorsunuz. Bırakın insanı bir bitkiye, bir hayvana, zarar veremiyorsunuz. Şu masayı kırmanız halinde o size zarar olarak dönüyor. Bunları gördüğünüzde hiç kimseye zarar vermemeye çalışıyorsunuz. M.Ş.:Bir hekimin hayattaki duruşunu ve tavrını bize kendinizi örnek göstererek bir kez daha vurgular mısınız? A.D.:Birini mutlu etmeyi dünyayı mutlu etmek olarak kabul ediyorum. Birine zarar vermeyide dünyaya zarar vermek olarak kabul ediyorum. Davranışlarım da ona göre değişiyor. Başkalarına yardım edebilmeniz için önce kendinizi geliştirmeniz gerekir. Geniş bir genel kültür ve geniş bir dünya görüşünüz olacak. Hasta ile iyi iletişim kurmalısınız. Eğer hasta atlarla ilgili bir şey söylüyorsa, sizinde atlara dair bir iki cümle etmeniz gerekir. Bu nedenle genel kültür ve geniş bir dünya görüşü şart diyorum. Felsefe önemli, felsefe olmadan tıp olamaz. Hipokrat “tıp, felsefenin sesidir” demiş. Bir doktor kendisini felsefi yönden ve ruhunu inceltmek için de sanatsal yönden kendisini geliştirmesi lazım. Yoksa teknisyen olarak kalır. Bu iş kitap okumakla olmuyor. Ben kendimi o bakımdan çok şanslı hissediyorum.Benim zamanımda bu kadar teknoloji yoktu. İyiki de yoktu. Şimdi ben hasta ile konuşup bir muayene ettiğimde koyduğum teşhis %99 doğru çıkar. Bunu kendimi övmek için söylemiyorum. Böyle yetiştirildik, Hipokrat hekimleriyiz biz. Son kuşağız. Şimdi hasta ile konuşulmuyor bile. Bu nedenle kimse mutlu değil. M.Ş.:Doktorluk mesleğinin zorlukları ve sıkıntıları konusunda neler söyleyeceksiniz? DOKTORLAR CEZALANDIRILIYOR! Bu iş sevmeden yapılmaz. Eğer para kazanmak için bu işe giriliyorsa sakın girmesinler. Çünkü çok daha fazla para kazanılabilecek işler var. Bakın doktor olmak iyice zorlaştırıldı. Cezalandırıldı insan okudukça. Neden? Altı sene okuyorsunuz, iki sene mecburi hizmete gidiyorsunuz. Bir sene askere gidiyorsunuz. Geliyorsunuz beş yıl ihtisas yapıyorsunuz. Sonrasında iki sene daha mecburi hizmete gidiyorsunuz. Haydi, iki sene daha kendimi geliştireyim diyorsunuz, toplam 18 yıl etti. Sonunda iki sene daha mecburi hizmet var. Koskoca 20 yıl geçiverdi. Bu ayıptır, günahtır. 20 yılın sonunda hayata atılıyorsunuz, muayenehane açamıyorsunuz. Memur oluyorsunuz, muayenehane açamazsınız. Ben kendimi geliştirmek istiyorum iki sene daha ihtisas yapıyım diyorsunuz yine mecburi hizmet neden? Doktorun ne günahı var? Bu devletin veterinere, diş hekimine, ihtiyacıyokmu? Bunlara neden mecburi hizmet şartı getirilmiyorda yalnızca doktora getiriliyor? Politik tutumlar bütün bunlar. Ne yazıkki politik malzeme olarak kullanılıyoruz. Doktorluk mesleği değersizleştiriliyor. Şimdi sıralamalarda cerrahi branşlar geri plana düşmeye başladı. Bizim zamanımızda Cerrahiyebranşına öyle kolay kolay alınamazdınız. Bu çocuk cerrah olur mu diye denenirdi. Uzun bir süre bedava çalışırdık. Ben altı ay bedava çalıştım. Bakarlar yetenekli mi, uykuya ve nöbetlere dayanıklı mı diye. Sonra kalkıp“bu cerrah olur” derlerdi. Öyle alınırdı öğrenci. Şimdi soruyoruz ilk tercihin ne? Belliki puanı düşük bir yer arıyor. Önce acilden başlatıyoruz, ardından transplantasyon servisine alıyoruz. Bu servis ağır bir servistir. O altı ay içinde istifa etmez ise devam ediyor. Genelliklede istifa ediyorlar. Dayanıklı olanlar kalıyor. Saime Oğuzhan – Mesut Şenol: Çok teşekkür ediyoruz. Prof. Dr. Ahmet Dinççağ.:Ben teşekkür ediyorum.
X
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadış, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşaılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her trlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen ziyaretçilere aittir.
X
Habere hi yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın.
BAKMADAN GEÇMEYİN
GÜNÜN MANŞETLERİ FOTO GALERİ
SON DAKİKA HABERLERİ
|